HİSDER’de İbrahim Divarcı, Türklerin Mirası Projesi’ni Tanıttı
“Sevmek Değişkendir”
Merhaba sevgili okurlarım bu sefer “Sevmek” kelimesinin kapısını aralayacağız. Bakalım kapıya ulaşırken basamaklar bizi nerelere çıkaracak. Öncelikle altı harften oluşan s-e-v-m-e-k kelimesi “Sevgi ile bağlılık duymak, birine sevgiyle bağlanmak, gönül vermek” gibi anlamlara gelir. Aslında sevgi, sevme, sevmek o kadar geniş ki anlatmaya başlayınca bir sürü örnek verilebilir. Ve herkes bu kelimeyi kendine göre yorumlandığında ortaya bir sürü farklı güzel cümleler çıkar.
Hani Orhan Veli, bir şiirinin dizelerinde;
“İnsan sevmesini de bilir
Yaşamayı sevdiği kadar” demiş ya işte bir insan doğduğu, yaşadığı yerlerde sevgiyi, öğrenme biçimine göre sergiler. Eğer bir insan yaşadığına pişmanlık duyuyorsa ne kendini, ne bir başkasını, ne de bir nesneyi sever. Bazen hayattan kaçan insanlar bazı nesnelere değer verirler. Neden mi? Bir canlıya değer verdiğinde onun seni bırakıp gitmesi çok kolaydır ama nesneler sadece sen onları gözden çıkardığında hayatında çıkıp giderler. Bir şeyi sevmek ile sevme şekli ve seviyesi değişkendir. Böyle söyleyince aklıma;
Hani Mecnun, Leyla’nın öldüğünü öğrendikten sonra bahçede ağlayarak çukur açmaya çalışırken ” Baba beni buraya göm”. Diye yalvarmış ya… Ezel yenide Eyşanı gördüğünde dengesini kaybetmiş, Keje ise Eşkiya’yı görene kadar 35 yıl hiç konuşmamış ya…
İzzet Günay, Türkan Şoray’a “Sevgi de yetmiyormuş, Çok eskiden rastlaşacaktık” demişti. Ramiz dayı ise herkesi yenebilirim ama seni yenemem diyerek Selma’nın kapısında diz çökmüştü ya…
Ecevit ölürken, Ahu’ya “İşin garibi ne biliyor musun, hayatımda başıma gelen en güzel şey bu. Ölüyorum sen yanımdasın”,
Eylül veda mektubunda Yavuz’a, “Belki bir gün seninle bir şiirde içinde rastlaşırız” demişti ya…
İşte sevmek olgusu ve biçimi hepsinin farklıydı. Hepsinin kalbi elinde atıyordu ama olmadı. Bir şeyi fazla sevmek her zaman kaybettiriyor. Sevmek çok başka bir şey ama çok sevmemek gerekiyor. Bu illa bir insan değil başta da dediğim gibi bir nesnede olabilir. Çok sevince sonunda kırılıp dökülüyoruz. Bir örnek verirsem, Sevdiğiniz bir bardağı düşünün ve o bardağın kısa sürede nasıl kırıldığını, hepinizin başına gelmiştir. Çay içmekten hoşlandığınız bir bardağınız bir süre sonra aniden kırılır ve siz ona üzülürsünüz. Ya peki yıllarca kullanmadığınız bir eşyanızın siz onu çöpe atana kadar yanınızda olması ve sizi bırakmamasını düşünün. Çok garip değil mi? Sevdiklerimiz giderken, sevmediklerimiz bizimle. Yani buradan şu sonucu çıkartıyoruz. Bir şeyin yanımızda olmasını istiyorsak onu çok sevmiyoruz ki kırılıp gitmesin. Baksanıza bir bardağı bile çok sevince nasıl kırılıp gidiyor. Tabi böyle yapınca da kimse seni anlamayacak! Boşverin zaten sizi anlayanlarda sizi asla bırakmayacak.
Bilirsiniz cehennem insanın, insanı anlamadığı yerdir.
Bugünlük bu kadar bir sonraki yazımda görüşmek üzere…