Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya…

Gülten Akın’ın İlk Yaz şiirinde bahsettiği o incelikleri, bilinçaltımızın en derinlerine gömdüğümüz günden beri koşturuyoruz. Zamanı hıza emanet ettiğimizden beri, hep kendimizden dışarda yaşıyoruz, kendi zamanımızı bilmeden. Günlük çalkantılar içinde tatsız, anlamsız, yitik an parçaları geçiyor gözlerimizin önünden. Binlerce şey geçiyor zihnimizden, dikkatimize çarpıp, pardon diyor ve ilerliyor. Hiçbirini yakalayamıyoruz çünkü biz koşturuyoruz. Yetişmeliyiz. Bir an bile durup baksak göreceğiz fakat duramayız. Akan zaman dönen çark durursa öleceğiz sanıyoruz…ki belki de öyle olacak.
İnsanlığa sunulan bu korku senaryoları durmamaya yönelten yaşam şartları, yıllardır iki ana amaç için kullanılmaktadır. Bir tanesi tüketim önderlerinin kendi gelirlerinin devamını sağlamak için sürekli yeni çarklar üretmesi. Yenilenen alışveriş ve değişim döngüsü içinde bizleri koşmaya teşvik etmesi ve bu sayede dünyayı yöneten çok uluslu şirketlerin büyüyerek çoğalabilmesi. Bu yeni çarklar bazen moda, trendler veya yeni isimlerle peşine takıldığımız popüler eylemler olarak görünür, bazen de farkında olmadan bağımlılık haline getirdiğimiz herkesle aynı olma, toplumun bir parçası olma veya kabullenme, alışagelme olarak görünür.
Bir diğer amaç ise üretilen bu korku senaryoları sayesinde toplumu, artık sorgulamayan, merak etmeyen, keşfe ve yeni arzulara açık olmayan bireyler bütününe dönüştürmektir. Hatta daha tehlikeli olanı ise sorgulamayan itiraz etmeyen bireylerin adaletsizliklere yada yanlışlıklara ses çıkaramaması ve çaresiz kabulleniş safhasına geçmesidir.
Birçok romanın, sinema filminin konusu olan bu korku senaryoları, toplumun ayrıştırılması esasına dayanan bir ilkeyle temellenir. Ayrıştırma bireyleri iki gruba bölmekle başlar. Birincisi, kurallara uyan, sorgulamayan, tabi olan, kendi güvenliği ve huzuru için ses çıkarmayan bireyler ile asi olan, itiraz eden, merak eden ve kuralları sorgulayan bireyler. Her senaryoda farklılık gösterse de merak, sorgu ve itiraz, genellikle cezalandırılan, sefalet ve acıyla sonuçlanan eylemler olarak gösterilir. Kurallara uymak, değişimi ve huzuru tercih ettiği için sorgulamamak ise genellikle ödüllendirilen eylemlerdir.
Yaratıcının ‘’Oku’’ diye başlayan kitabında sürekli sorgulamaya atfetmesi, bilmez misiniz, akıl etmez misiniz demesi, insanın aklını ve irade gücünü güzellemesi ve sonunda yaratanı bulacağı ve ödüllendirileceği müjdesi, biz insanlar için en önemli işarettir.
İşte tam bu noktada sanat bir kurtarıcı olarak yetişir. Şükrü Erbaş’ın da tanımladığı gibi: ‘’Sanat, bizi kuşatan ve yenik düştüğümüz; mutlak değişmez olarak bize dayatılan, bizi paramparça etmiş olan ve bütünsel olarak algılamaktan iyice uzaklaştığımız bu gerçekliği, sözcüklerle, sesle, renk ve desenle, gereci neyse onunla paramparça ederek bir soluk almamızı sağlar. Sonra da, bizim günlük pratik içinde algılayamadığımız, algılasak da ilişki kuramadığımız, kursak da yaşadığımız gerçekliğe yeni boyutlar katamadığımız olaylar, olgular ve nesnelerden öyle bir yapı kurar ki, bizim parçalanmışlığımızın bütünlüğünü bize, hem de yüreğimize işleyerek gösterir. Bizim henüz gündemimizde olmayan belki de hiç olmayacak olan bir duygu ve düşünce uyandırır bizde. Sanatın en önemli görevlerinden biri, kişide karşılık bulma zamanı gelmemiş bir istek uyandırmaktır. ‘’ Şükrü Erbaş, İnsanın Acısını İnsan Alır, 2021, Kırmızı Kedi Yayınevi.
Sanat bize çürümeyi kabullenmemeyi, sorgulama ve itiraz etme hakkını asaletle kullanabilmeyi, inceliklerle donattığımız bir çevrede insanca yaşamı arzu edebilme cesaretine erişmeyi, ustaca söz söylemeyi, korku senaryosu yerine umut senaryoları üretebilmeyi öğretir. Kuralları sorgulamanın onları yıkmak olmadığını gösterir. Belki de hızla tükettiğimiz ve parmaklarımızın arasından kum taneleri gibi akan zamanı durdurabilmeyi, insanı insan yapan anları yakalayabilmeyi gösterir.
Bilgehan Yılmaz